Kişisel internet sitesinde yayımladığı yazılarıyla dikkat çeken Yıldız Holding Yönetim Kurulu Üyesi, Pladis ve GODIVA Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker, “Birinci bölüm: İlk devrim; Neolitik devrim, İnsanın ilk 2 milyon yılını neredeyse hiç bilmiyoruz” başlıklı yeni yazısını okurlarıyla paylaştı.
İsmet Berkan’ın yazdığı kitabı okudum (1), hayran kaldım. Niçin mi? Çünkü insanlık nasıl bugünlere geldi. İnsanlık olarak yaşadığımız devrimler, keşifler, buluşlar, dünya savaşları, ekonomi politik… İnşallah birkaç yazıda bazı bölümleri size kısaca aktaracağım, yazar girişte şöyle diyor:
Bizim ders kitaplarımızda bilgi bir tarihî bağlamda öğrenciye aktarılmak yerine test şeklinde veriliyor. Halbuki matematik dahil tüm konular kendi bağlamıyla anlatılmalı. Türkiye’de eğitimde herkese bilgi yüklenir, ama bağlamsız. Artık bilgiye ulaşmak kolay, ama neye yarar.
Tarihte iki devrim oldu: Neolitik Devrim ve Sanayi Devrimi… Dünya tarihçilerinin başka birçok dönüm noktasından söz ettiğini de bilelim. Bugün üçüncü büyük devrimi yaşıyoruz!
Anlattığım konuların kök nedenini veya yaşananlar arasındaki nedensellik ilişkisini daha iyi açıklayarak insan düşüncesinin gelişimi ile tarihin gelişimi arasındaki sürekliliği sergilemek ve insanlığın birikimini ortaya koymak istedim.
Bizim ders kitaplarımız hep böyle. Bilgiyi bir tarihî bağlamda öğrenciye aktarmak yerine test şeklindeki sınavda doğru seçeneği işaretleyeceği bir hap halinde vermeyi tercih ediyor. Halbuki ben bütün derslerde konuların kendi bağlamıyla birlikte anlatılması taraftarıyım.
Türkiye’de doğmuş büyümüş herkes gibi bana da eğitim sürem boyunca bilgi yüklendi. Ama bu bilgilerin hemen hemen hiçbiri, o bilginin üretilmesini zorunlu kılan şartlarda anlatılarak yani belli bir bağlam içinde yüklenmedi. Mesela, Osmanlı-Rus savaşları niçindi, biz niye Viyana’yı almak istemiştik, alamayınca ne olmuştu? 2.Abdülhamid niçin kızıl sultandı yoksa müstesna bir devlet adamı mıydı?
Siyaset bir insan ihtiyacının sonucu olarak ortaya çıkıyor. İnsan düşüncesinin gelişimi ile tarihin oluşumu/gelişimi arasında bir süreklilik İlk köyler oluşup ilk üretim fazlası ortaya çıktıktan kısa süre sonra ticaret de başladı. Ticaret için köylerin oluşumunu beklemek gerekmiş midir? Göçerlerle balıkçılar da ticaret yapmış olabilir, ama öyle görünüyor ki o zamanki ticaret bugünkü gibi değildi. Böylelikle insan nesilden nesile aktarılan ticaretle ilgili bir birikim sahibi oldu. Tarımı icat etmeseydik, aramızda arazi anlaşmazlıkları ve ürünümüzün miktarını belirlemek gibi sorunlarımız olmayacaktı.
Tabii burada bir “acaba?” sorusunu sormakta fayda var. Avcı toplumlar avlaklarını korumuyor muydu? Hayvanlık tarihi boyunca günümüze kadar böcekler bile egemenlik alanlarını koruyabilmiştir ve bunun için de gerekirse savaşmaktan kaçınmazlar! Arazimizi ölçmek için geometriyi, ürün miktarımızı belirlemek için aritmetiği ve bütün bunları kaydetmek için de yazıyı icat ettik. Yazıyı ve matematiği icat ettiğimiz için de bugün uzaya gidebiliyoruz. Şunu da belirteyim aritmetik belki de ilk takvim için icat edilmiştir; bunu da düşünmek lazım ama tabii ki tarımla ilişkilendirilebilinir.
Gördüğünüz gibi yazarın ortaya koyduğu düşünce sistematiği ile ilgili soru işaretlerim olduğunda sorularımı ya da düşüncelerimi yazının arasına sıkıştırıyorum. Gelin şimdi Berkan’ın kısa tarihine başlayalım.
Antropologlar, 10-12 bin yıl önce başlayan Tarım Devrimi veya Neolitik Çağ’a kadar insanların avcılık ve toplayıcılıkla hayatta kaldığına inanıyor. Çünkü dünya buzul çağını yaşıyordu ve insanlar tarım yapmayı isteseler dahi tarıma elverişli toprak bulmak zordu. Tarıma geçiş kabaca 10-12 bin yıl önce oldu ve insan toplulukları avcı toplayıcı yaşam tarzından yerleşik hayata geçtiler.
Zaman içinde Mezopotamya’daki topluluklar, buğday, arpa, çavdar gibi bitkileri evcilleştirmeyi, onları kendileri ekip biçmeye başardılar. Toprağı ekmek ve biçmek, evde koyun ve keçi besleyip onları vahşi hayvanlara karşı çoban köpeklerine emanet etmek geçmişe göre çok şeyi çözüyordu, yakın evlerde, toplu halde, köylerde yaşıyordu insanlar.
Neredeyse eş zamanlı olarak, Çin’de de insanlar tarımı keşfettiler; onlar da işe pirinç tarımıyla başladılar. İndus havzasında ve başka yerlerde de medeniyet olduğunu biliyoruz. Yerleşik hayata geçilmesi ise sonuçlarını bugün de yaşadığımız çok önemli sosyal, ekonomik ve siyasi gelişmelere neden oldu.
Bu kadar insan bir aradayken sorunların olması kaçınılmaz. Komşuların çocukları arasında aşk olur, kavga olur, diğerinin köpeği bir başka komşuya zarar verir, kimin tarlasının nerede başlayıp nerede bittiği konusunda kavga çıkar… İlk yönetim ihtiyacı böyle doğdu.
İlk yönetim ihtiyacının ailede başladığını söyleyen görüşler de var. Hukuk sosyolojisi otoriteye uyuşmazlıkların çözümü için ihtiyaç duyulduğunu ve aile reisliği, yargıçlık, devlet başkanlığı gibi otoritelerin bu yüzden olduğunu ifade ediyorlar.
Artık bir güvenlik ihtiyacı vardı. Çünkü komşu köyler birbirine ürünü yağmalamak için saldırıyordu. Savaş denen insana özgü olan bu davranış tarım devriminin ortaya çıkardığı bir yenilikti. Bir köy diğerini yağmaladığında sadece ürüne el konulmuyordu; o köyde “ele geçirilen” insanlar da köle haline getiriliyordu. Yani insanın kendisi de yağmalanan bir maldı. Aslına bakarsanız hayvanlar nasıl rakiplerinin avlarını yağmalıyorsa insanlar da aynı şeyi yapmış diyebiliriz. Yağmacılık tarım devriminden önce de olsa gerek diye düşünüyorum.
Sizde fazla olanı veriyordunuz, sizde olmayanı alıyordunuz. Tüccarın işi üretmek değil, üretileni almak ve satmak. Gördünüz mü, “hizmet sektörü” de doğuverdi. İnsanlar arasında ilk iş bölümü veya “uzmanlaşma” başladı. İşte lüks kavramı o zaman icat edildi.
Ticaret mesleği doğmadan önce ikili takas ekonomisi olduğunu biliyoruz. Hizmet sektörü güvenlik sağlamak ve/veya sipariş usulü iş yapmak şeklinde de ortaya çıkmış olabilir. İş bölümü ve uzmanlaşma sonrası her birey üretim fazlası verir, daha sonra bu artık ürünler değiştirilir.
Pazar yerinde birbirinden farklı onlarca ürünün alınmasını ve satılmasını kolaylaştıracak, alıcı ile satıcıyı daha kolay bir araya getirecek bir ortak paydaya (değere) yani paraya ihtiyaç vardı. Mesela o zamanlarki paraya “mal para” diyoruz. Karşılığında belli bir miktar ticareti yapılabilir mal veya ürün garanti edilen para yani. Burada belirtmekte fayda var; parasal mal ile mal para aynı şey değil. Mal para likittir, parasal malın ise (buğday, arpa, pirinç, tuz, koyun keçi vs) likiditesi düşüktür. Burada önemli olan paranın değerinin devlet tarafından garanti edilmesidir. Değerini devletin garanti ettiği paraya “kanuni para”(legal tender) deniyor. Herkesin bilmesi ve paranın değerine güvenmesi ticareti mümkün kılıyor.
Mal paranın kendi başına piyasa değeri var. Ama paranın kendi başına hiçbir değeri yok, ancak biz ona bir değer atfettiğimizde paranın bir satın alma gücü olur. Bu bilhassa günümüzde, 1971den sonra icat edilen itibarî para için geçerlidir. 20. asırda, 1971de Amerika altın karşılığı ilkesini yürürlükten kaldırdı; artık paranın değeri tamamen bizim ona ve onu çıkartan devlete duyduğumuz güvenden geliyor. Bir ülkenin para biriminin diğer ülke para birimlerine göre değerinin azalması veya artması, temelde o paranın satın alma gücüne duyulan güvenin artması veya azalması sonucu ortaya çıkıyor. Değerin artıp azalması ise, Amerikan dolarına göre artması veya azalmasıdır. Ama aynı kural dolar için de geçerli; bir sebeple dolara duyulan güven azaldığında doların değeri azalıyor, yani diğer bütün paraların değeri dolara göre artıyor.
Matematik temelde iki dal, sayılarla uğraşan aritmetik ve şekillerle uğraşan ve onları sayıya çeviren geometri. Matematik iki doğal ihtiyaçtan doğdu. Bunlardan biri, arazimizin büyüklüğünü hesaplama ihtiyacıydı. O bize geometriyi kazandırdı. Diğer ihtiyaç ise ürünümüzün miktarını ölçme, ihtiyacımızı ve dolayısıyla ihtiyaç fazlasını hesaplama gereğiydi. O da aritmetiği doğurdu. Matematiğin icadıyla birlikte insanın soyut düşünme ve soyut şeyler yaratma kabiliyetinin doruklarından biri gerçekleşti. Çünkü aynen para gibi matematik de insan zihninin yarattığı, gerçekte olmayan bir şeydir.
Hem geometri hem aritmetikte, herkesin üzerinde uzlaşabileceği, herkese aynı şeyi ifade edecek ölçü birimlerine ihtiyaç vardı. Uzunluk, ağırlık, hacim ve alanlar için. İnsanlar bu birimleri icat ettiler ve ölçüm yapabilir oldular. Türkçede kullandığımız “çiftlik” kelimesi, bir çift öküzün sürebileceği büyüklükteki toprak parçasını ifade eder. Yani aslında bir çeşit geometri terimidir “çiftlik”, bir arazi büyüklük ölçüsüdür, diyebiliriz. Ölçümler için bir kayıt sistemi gerekiyordu. İşte bu ve başka bir sürü ihtiyaçtan yazı icat edildi ve muhasebe kaydı, yani kimin ne kadar toprak sahibi olduğuna ve ne kadar ürün ürettiğine dair kayıtlar tutulur oldu. Evet, çiftlik bir arazi ölçü birimidir ama bir çift öküzle sürülecek arazinin üzerinde herkesin uzlaşacağı bir alan ölçü birimi olduğu tartışılır diye düşünmeden edemiyorum.
Beni mazur görünüz iki sebepten, birincisi; inancın icadı dedim, öyle inanmam ama kitabı fonetik takibimden sıralamayı değiştirdim. İkincisi; soyut düşüncenin kabil olmasının hemen ardından yani insanlar düşünmeye, çiziktirerek (mağara resmi) iletişime başladıktan sonra onlara Adem peygamber geldi. Bu bize İnsan 76/1 ayetiyle açıklanmıştır (2): “İnsanın üzerinden, henüz anılmaya değer bir şey olmadan, zamandan bir evre gelip geçmemiş midir?”.
Dinin, yaratıcının insanlar ile ilk irtibatının hangi tarihte gerçekleştiğini bilmiyoruz. Fakat Bakara 2/33 ayetinde Allah şöyle dedi: “Ey Âdem! Onlara bunların isimlerini söyle.” Âdem, meleklere onların isimlerini bildirince Allah, “Size, göklerin ve yerin gaybını şüphesiz ki ben bilirim, yine açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da ben bilirim demedim mi?” dedi. Artık insanın soyut düşünebilir olduğunu ve etrafını gözlemleme, anlama, yorumlama yeteneğine sahip olduğunu biliyoruz (3).
Bu cennette yaratılıp yeryüzüne indirilen ilk insan çifti, Adem ile Havva. Daha önce milyonlarca yıldır dünyada mevcut olan insan ırkı (homosapiens), belki insanımsı demek daha uygun, ise artık Adem tarafından tebliğe uygundu.
Ama şunu da belirtmeliyim; iki milyon yıl kadar süren Neolitik devire ait değişik kıtalarda arkeolojik buluntularda ortaya çıkan aletlerin, mesela baltaların hepsinin aynı şekilde olmasını izahtan aciziz!
İnsanlığa ilahi hitabın, kutsal kitaplardan sadece İncil ve Kuran’ın tarihi yolculuğunu biliyoruz. Arkeolojik buluntularımıza göre ilk organize bir dine ilişkin yazılı metinler, MÖ 3000 – 2000 yıllarına, yani bugünden 4 – 5 bin yıl öncesine ait, Sümer kanunnameleri ve Hammurabi Kanunları.
Sadece Neolitik Çağ’da veya eski Mısır’da değil, Osmanlı’dan Japon imparatoruna, Çin imparatorundan Avrupada hüküm sürmüş krallara kadar bütün hükümdarlar, kendilerine ve ailelerine yönetme yetkisinin doğrudan tanrı veya peygamber tarafından verildiğine dair bir öyküye sahip. Ve bu öykü din adamları tarafından her seferinde tekrar edilmiş.
Böylece imparator/padişah/kral ilahi bir meşruiyete sahip oluyor. İnananlar da bunu hiç sorgulamadan kabulleniyor. Kuran’da bu iki şekilde geçiyor: İlki; Süleyman ve Davut peygamberlerin kral oldukları ve saltanat sürdükleri ayetlerde el-Bakara, 2/102: Süleyman´ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların uydurup söylediklerine tâbi oldular… 2/251: Sonunda Allah’ın izniyle onları yendiler, Dâvûd da Câlût’u öldürdü ve Allah ona hükümranlık ve hikmet verdi, ona dilediği şeyleri öğretti. Eğer Allah’ın, insanların bir kısmı ile diğer kısmını engellemesi olmasaydı yeryüzünde düzen bozulurdu. Fakat Allah’ın âlemler için büyük lütufları vardır (4). İkincisi; İlahi hitabı takiben insanların sapıttıkları ve dünya menfaati uğruna dini alet ederek kendilerine uydurma imtiyazlar sağladıkları el-Bakara, 2/174: Allah’ın indirdiği kitabın bir bölümünü gizleyenler ve onu az bir şey karşılığında satanlar yok mu, onlar karınlarına ateşten başka bir şey doldurmuyorlar. Allah kıyamet gününde onlarla konuşmayacak, onları arındırmayacak! Onlar için elem verici bir azap vardır. Âl-i İmrân, 3/86: İman edip bu resulün hak olduğuna şahit olduktan ve kendilerine apaçık kanıtlar geldikten sonra inkârcılığa sapan bir kavme Allah nasıl hidayet nasip eder? Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez. el-Mâide, 5/108 ayetlerinde (5).
Daha yazılı tarihin başlamadığı çağlardan kısmen bugüne kadar, inançla iktidar hep el ele gitmiş, bu durum tek ilahlı dinlerde de değişmemiş. Örneğin Avrupa’da Katolik Kilisesi bütün Orta Çağ boyunca hangi ülkede kimin kral olacağına karar verecek kadar güçlü olmuş.
Siyaset bilimciler bir minik köyden koca devlete varan yolda kademeli bir gelişmenin varlığından söz ediyor. Önce bir büyük köyü veya birkaç köyü kapsayan, bir dereceye kadar kan bağına dayalı kabileler, sonra bir nevi köyler/kabileler federasyonu denebilecek beylikler ve en sonunda devlet oluşuyor. “Devletler” sülalesinden olduğum için ben devletin ikinci anlamını daha çok yakıştırıyorum, ESENLİK, gönenç, refah (welfare). Tevekkeli Muhteşem Süleyman: Olmaya Devlet Cihanda Bir Nefes Sıhhat Gibi, dememiş boşuna, en koca devletin başındayken…
Sümer uygarlığı, bugünkü Irak topraklarının tamamında ve kuzeye doğru kısmen Anadolu’da yerleşmişti. Sümerleri eski Mısır izledi, yaklaşık aynı dönemlerde Çin’de “Sarı Nehir Uygarlığı” ve Hindistan’da da “Indus Nehri Uygarlığı” belirdi.
Devlet dediğimiz zaman, ticaret yapılan, alıcı ve satıcıların buluştuğu şehirlerden, şehir mimarisinden, şehirlerde sunulan ortak hizmetlerden ve bu hizmetleri sunan bir devletten söz ediyoruz.
Tarımın icat edilmesi birkaç bin yıl sonra devletin icat edilmesine yol açtı, devletin icat edilmesi de pek çok başka şeyin icadına neden oldu. Burada insan ister istemez düşünüyor, devlet göçer topluluklarda yok muydu diye…
Devlet bu görevlerini yerine getirmek için bugün adına “bürokrasi” dediğimiz hayli kalabalık bir grup insanı çalıştırıyordu. Bu insanların üretime katkısı yoktu ama “iş” (hizmet) görüyorlardı, buna karşılık da kendilerinin ve ailelerinin geçimi sağlanıyordu. Yani hizmet sektörü ve onunla birlikte para ekonomisi oluşmuştu ve genişliyordu. Paranın icadından önce (hatta sonrasında bile) vergilerin aynî vergi ve hizmet vergisi (angarya) olarak toplandığı ifade ediliyor kaynaklarda. Vergiler işte bütün bu hizmetlerin yapılabilmesi ve hizmetleri sunan bürokrasinin maaşının ödenmesi için toplanıyordu. Maaş ödemelerinin aynî olarak yapıldığı var kaynaklarda.
Osmanlı İmparatorluğu’nda uzun süre “tımar” sistemi geçerli oldu. Devlet birtakım kişilere çeşitli arazileri, bölgeleri “tımar” olarak veriyor, onlar o araziyi üzerinde yaşayan insanları da köle gibi kullanarak ekip biçtiriyordu. Bu, Batı feodalitesinde de böyledir. Tımar sahibi beyler ise ilgili kanunnamelere uymak zorundaydılar. Yani bir çeşit derebeylik; Savaş zamanı geldiğinde bu derebeyleri, kendi tımarlarının büyüklüğüne bağlı olarak orduya atlı ve silahlı asker veriyordu. Yani devlet verginin bir bölümünü asker olarak topluyordu. O askerlere “tımarlı sipahiler” adı verildi.
Vergi, ilk icat edildiği günden bugüne dek hiçbir zaman halkın gönüllü ödediği bir şey olmadı. Vergi hep zorla toplandı, bugün de öyle toplanıyor. Ceza veya hapis tehdidi olmasa kimse vergi ödemez ki… Bu iddia teorik olarak yanlış mı acaba diye düşünmeden edemiyorum. Vergi karşılığında yukarıda da belirtildiği üzere başta güvenlik, sonra da uyuşmazlıkların çözümü hizmeti verilir. Vergi ödemeden bu hizmeti alanlara teknik bir iktisat terimi olarak “beleşçi” denir. Devlet hizmeti isteyen vergiyi gönüllü ödemek zorundadır. Ama devlet vergileri adaletle toplamıyorsa ve karşılığında yeterli ve verimli hizmet vermiyorsa, o tartışmanın zemini başkadır.
Devlet olunca, kralın bizzat ülkenin dört bir yanında kuralları uygulaması söz konusu olamayacağına göre, kurallar hem herkesin bilebileceği bir hale getirildi hem de bu kuralların mümkün olduğunca herkese eşit uygulanması sağlanmak istendi. Yazının icadı da buna yardımcı oldu. Bu kurallara bugün hukuk diyoruz.
Adet ya da teamül hukuku denen bir hukuk vardır. Hukuk yazılı hale getirilmeden de uygulanır. İngiltere ve ABD’deki Common Law da bunun uzantısıdır. Devlet göçer topluluklarda da varsa hukuk yazılmadan da uygulanır. Zaten hukukun başlangıcı örfe dayanır.
Bir de bu kuralları uygulayacak güce ihtiyaç var. İlkönce insanları kendilerinin ilahi güçleri olduğuna inandırdılar, dini alet ettiler ve polis gücü ve mahkemeler, cellatlar ile hapishaneler de devletlerle birlikte ortaya çıkmış yeni kurumlar oldular.
Modern devletlerde hukukun kaynağı biz vatandaşlarız. Bizi temsil eden parlamento, hukuku yaratıyor, yani kanunları yapıyor. Buna da “pozitif hukuk” adını veriyoruz.
Ama hukuku yapanlar hep ayrıcalıklı oldular, kendilerine farklı kanunlar yapıp uyguladılar. Bugünkü demokrasilerde bile bu böyle değil mi?
Tarım toplumları, ihtiyaç fazlası üretimlerini başka toplumlara satarak, yani ticaret yaparak bir sermaye sağlıyorlardı.
Kendisi soyut ve tamamen zihinlerde yaşayan bir şey olan devlet ki bu konu biraz tartışmaya açık, birtakım anıtsal, devasa binalarla, heykellerle somut, elle tutulur, gözle görülür hale gelir.
Devletle ortaya çıkan hizmet sektörü ve tüccarlar, şehirlerde yaşıyorlardı. Şehir demek, tarımsal üretimle doğrudan ilgisi olmayan insanlar demek. Burada iki farklı bilgim var, biri hizmet sektörünün devletten önce de olabileceği, diğeri ise Mâverdî (ö. 450/1058)’nin şehirleri üçe ayırması, mesela bunlardan biri de ziraî şehirlerdir (6).
Sermaye biriktirmenin ve büyük bir uygarlık kurmanın bir yolu tarımdı. Ama paraya ve birikime ulaşmanın bir başka yolu daha vardı: Savaşmak ve Gasbetmek (zorla elde etmek).
Şiddet, her zaman insan doğasının bir parçası oldu. Doğada kendi türünü öldürmek için özel olarak silahlar yapan ve koca koca ordular besleyen bir başka canlı türü dünya üzerinde yok.
Savaş tarihin başından beri bir ekonomik faaliyet. Eski zamanları düşünün: Etrafınızda bir grup silahlı adamla yola çıkıyorsunuz ve önünüze çıkan köyleri yağmalayarak onların birikimine el koyarak ilerliyorsunuz.
Burada şu soru akla geliyor; Rahmet peygamberi olarak tanımlanan hz. Muhammed (sav) nasıl oluyor da savaşıyor? Tıpkı İslamın köleliği kaldırmaması gibi!
Fakat İslamla beraber gelen ilahi emir ve yasaklarla kölelere aynı kendinize davrandığınız gibi eşit muamele gerektiğinde sosyal hayatta köle ile hür arasındaki fark çok azalıyor. Mesela; hz. Peygamber kendisine hediye gönderilen Mariye isimli bir cariye ile Müslüman olmamasına rağmen evlenerek onu şereflendiriyor (7). Yine tarihte meşhur bir kişi olan genç hizmetçisi hz. Enes b. Malik (ARO) ile ilişkisi tam bir baba-oğul gibi olmuştur (8).
İşte insanların vazgeçmeyeceği savaşı da sadece dini tebliğin reddi ve karşı tarafın saldırmasına mukabil son çare olarak müsaade etmiştir. Örnek olarak, M. Hamidullah’ın, Hz. Muhammed’in Savaşları adlı kitabında belirttiği gibi 10 yıl içinde bugünkü Kıta Avrupası büyüklüğünde toprakları fethedip İslam ile şereflendirdiğinde Müslümanlardan bin, karşı taraftansa sadece beşyüz kişi ölmüştü (9).
Tarihte Roma çok büyük bir askerî güçtü ve gelişmesini bu askerî gücün seferlerine, o seferlerden elde edilen zenginliğe borçluydu. Ama Roma sadece savaşıp bir yeri talan etmiyordu; orayı kendi topraklarına katıyor ve kendi ekonomisinin, siyasi düzeninin bir parçası haline getiriyor, ama Romalılaştırmıyordu. Onları köle yapıyordu.
Romalılar sadece tarımın veya sadece savaşın değil, bu ikisiyle birlikte ticaretin de büyük bir birikime yardımcı olduğunun farkındaydı. O yüzden bu büyük bir savaş makinesi olan imparatorluk, neredeyse bütün Avrupa ve Britanya, Anadolu, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya yayıldı ve bugün “Roma Barışı” diye bilinen bir kavramı dünyaya hediye etti. Roma’nın inşa ettiği ticaret yolları ve limanların pek çoğunu bugün de kullanıyoruz. Roma Barışı (Pax Romana) bütün o coğrafyaya çok uzun süren bir barış, gelişme ve refah dönemi hediye etti. Ama tabii Roma Barışı kendisine boyun eğenler için geçerliydi ve halkın büyük çoğunluğu köle statüsüne sahipti ve köleler sadece bir eşya gibiydi, ırzları, canları helaldi.
Tarımı icat et, zenginleşmeye ve kalabalıklaşmaya başla; devleti, orduları ve savaşı icat et, daha da zenginleş; imparatorluk kur, mümkün olduğunca büyük bir toprak parçasına ve nüfusa hükmet; ticareti daha da geliştir, daha da zengin ol.
Dünyanın dört bir yanında, birbirinden bağımsız olarak aynı örüntüyü gözlüyoruz tarih boyunca ve hatta bugün bile.
Ama tarih, soyluları, büyük olayları, büyük devlet adamlarını ve imparatorları, büyük generalleri yazıyor da, sıradan hayat kavgası veren insanları yazmıyor. Bütün bu üretilen veya sahip olunan zenginliğin arkasında bir de sıradan köylüler, sıradan küçük insanlar, bilhassa özgürlüğü elinden alınmış köleler var. Bunu unutmamak lazım.
Güçlü ve zorbaydılar, soygun yapıyorlardı ama bunu artık “vergi” adı altında alıyorlardı, aynı insanları her yıl tekrar tekrar soyuyorlardı…
At sırtında sürekli hareket eden haydut orduları vardı, mesela Büyük İskender veya Cengiz Han bunlara iyi örnektir. Bir de yerinde duran haydutlar var, bütün diğer devletler de buna örnek değil mi?
Çok ilginçtir, birbiriyle hemen hiç ilişkisi olmayan üç ayrı coğrafyada, birbirinin adını bile duymamış üç insan, hemen hemen aynı yüzyıllarda ortaya çıkıyor ve bugün adına “siyasal düşünce” dediğimiz düşünme sistematiği hakkında yazmaya başlıyorlar.
Bu insanlardan biri, Çin’deki Konfüçyüs (MÖ551-479), diğeri Hindistan’daki Chanakya (yaklaşık MÖ350-283), sonuncusu ise hemen yanı başımızda, Atina’daki Platon (Aristokles) (MÖ5.yüzyıl) veya bizde bilinen adıyla Eflatun… Aralarında bu kadar zaman farkı varken birbirlerini duymuş olamazlar mı, diye düşünmekten alıkoyamadım kendimi…
İsmet Berkan’ın kısa uygarlık tarihinde ilk 2 bölümü işledik. Ben size kendi düşüncelerimi ekleyerek bir özet sundum. Tavsiyem okumanız. İnşallah diğer bölümlerle ilgili özet ve eklemeler de yakında geliyor…