Kahramanmaraş depremlerinde, Hatay’da annesi ile birlikte yaşayan kızı Eylem Şafak Aydın’ı kaybeden tiyatro sanatçısı Orhan Aydın; 50 bini aşkın yurttaşın yaşamını yitirdiği 6 Şubat depremlerinin 1. yılında bir yazı kaleme aldı.
BirGün Pazar’a yazan Aydın, “Kiraz çiçeğimin parmağından çıkan yüzüğü veriyor işçi kardeşim, takıyorum sol elimin serçeparmağına, gözyaşlarıma dokunan yok, olmasın da, öldük biz, öldürüldük” ifadelerini kullandı.
Aydın’ın yazısı sosyal medyada binlerce etkileşim alırken; çok sayıda ünlü isim tarafından da paylaşıldı.
Öldük….https://t.co/OAW9ozYulM
Ağaçlarda kuşların, sokaklardaki canların bile ağlaştığı, çiçek kokulu dağların karanlığa gömüldüğü, insan olanın iniltilerle boğulduğu, siren seslerinin gökyüzünde kara bulut olup üstümüze taştığı, kan içinde yardım bekleyen milyonlarca çaresiz… pic.twitter.com/rqo40yY3ey— orhan aydın (@orhanaydin6) February 4, 2024
Orhan Aydın’ın yürek yakan ‘Öldük’ isimli yazısı şu şekilde:
Ağaçlarda kuşların, sokaklardaki canların bile ağlaştığı, çiçek kokulu dağların karanlığa gömüldüğü, insan olanın iniltilerle boğulduğu, siren seslerinin gökyüzünde kara bulut olup üstümüze taştığı, kan içinde yardım bekleyen milyonlarca çaresiz yüreğin yalnızlaştığı, yaşama umudunun betonlar altına gömüldüğü, kahreden acının gözyaşı olup taştığı, vicdanların çürüdüğü günün adı: 6 Şubat’tı.
Kaç can enkazlar altında acılar içinde kıvranarak, çığlıklara boğula boğula can verdi bilmiyoruz.
Kaç can donarak öldü hiç bilmiyoruz.
Kendilerine devlet diyenlerin açıkladıkları rakamların gerçeğin çok ötesinde olduğunu anlamamak için tapınmışlığın bir parçası olmak gerek.
Ölüm tarlalarına dozerlerle kazılmış çukurlara atılan binlerce can kimler bilmiyoruz.
Üstlerinde “kız çocuğu”, “erkek çocuğu”, “yetişkin kadın”, “yetişkin erkek” yazan karatahtaların altındaki yurttaşlar kimler bilmiyoruz.
Günlerce sesleri çıktığınca bağrışan insanlığı duymadılar.
“Neredesiniz?”, “devlet nerede?” diye soranlara “hain” dediler.
Ölümü seyrettiler.
“Takdir-i ilahi” deyip din cambazlığıyla suçlarını örtmenin yarışına girdiler.
Bir yudum su, bir lokma ekmek, çadır, doktor, ilaç, barınacak yer isteyenlere “bozguncu” dediler.
Çocukların gözyaşlarını görmediler.
Annelerin-babaların hıçkırıklarını duymadılar.
Aradan 1 yıl geçti yüreklerimizdeki kahır, hiç dinmeyen sancı ve çaresizliğe isyan büyüdükçe büyüyor.
Hesaplaşacak “suçlu” yok!
Oysa imar barışı adıyla imar aflarını çıkaranlar, kentsel dönüşüm adıyla yaşam alanlarının talan edilip gökyüzüne yükseldikçe yükselen betondan tabutlukların dikilmesine, nehir boylarına, dere yataklarına inşaat yapılmasına izin verenler ve o inşaatları denetlemeyenlerin hepsi suçlu.
Bu insancıkların kimler olduğu en tepeden en aşağıdakine kadar biliniyor.
Halen çadırlarda, konteyner denen derme çatma barakalarda kıvranan insanlığa, öldüğünüzle kalın diyorlar, susun yoksa sustururuz diyorlar.
O gün titreyen yüreğimin verdiği son güçle enkaz başında canımdan koparılan yavrum için bağırdığımda yanımda yüzlerini daha önce hiç görmediğim, seslerini hiç duymadığım vicdanlı insanlardan başka hiç kimse yoktu.
Halkı ölün diye terk edenler “her şeyin kontrol altında olduğu” yalanını bağırıyorlardı.
Bir kazma-kürek enkazı kaldıracak bir iş makinesi yoktu.
Ellerimizle enkazın içinde canımı-canlarımızı ararken umudum kararmış, yalnızlaşmanın, çaresizleşmenin öfkesi kuşattı bedenimi.
“Ses geliyor ağabey” diyordu bir can, bir başkası sarılıp boynuma “çıkaracağız kardeşimi, nefes alıyor duyuyorum” diyordu. Geçip 5 katı da yere yapışmış binanın başına, “buradayız kiraz çiçeğim buradayız, alacağız seni oradan, diren, ne olur diren” diye bağırırken beni duydu mu bilmiyorum.
Alt karttaki 12 yaşındaki çocuğun yanına girip çıkan kediye, “git söyle onlara buradayız, dirensinler” diye defalarca sarıldım.
Kediler ağlar mı?
Kuşlar ağlıyorsa kedilerde ağlıyordur.
İlk gün yok, ikinci gün, üçüncü gün yok.
Bir başına kalmışlığımızı ülkenin vicdanlı insanlarının dayanışmasıyla aşmaya başladık.
Basın emekçisi dostlarım aracılığı ile defalarca insanlığa çağrı yapma olanağı buldum.
Ölüyoruz sahibimiz yok.
Yetersiz de olsa iş makineleri geldi, kazma-kürek-balyoz-hilti ile onlarca can enkazın içine daldılar.
Bir yerlerden bir kamera geldi sonra bir madenci koştu yanıma “Ağabey, ben Zonguldak’tan geldim, çıkaracağım kızımızı” dediğinde kör karanlığın içinden ölüm kokan gökyüzüne bakıp saatlerce ağladım.
Kızım duydu mu, duymamış olsun, o beni ben onu ağlarken görmedik duymadık, duymamış olsun.
4. gün cübbeli sarıklı, ellerinde tespih-kitap bir grup geldi, kovdum.
Enkazlara el atıp destek olacaklarına cenaze kaldırmaya gelmiş zebaniler gibiydiler.
Bir askerî araç geldi, bir genç komutan yanaştı yanıma, “sesini duyuyoruz ağabey, emir vermediler bize, verseler de elimizde kazma-kürek bile yok, yalnızlığınıza ağlamaktan, isyan etmekten başka çarem yok, tüm Hatay böyle, sesin gelmediği enkaz yok” dedi. Sarıldık o canla, yüreğinin orta yerinden Kızılırmak akıyordu.
5. gün. Olmadı, olmuyor, ulaşamıyoruz, daha bu sabah “nefes alıyor, duyuyorum” diyen işçi kardeşime sarıldım, “ağabey o seni bırakmayacak, sen kendini bırakma yeter ki.”
Olmadı, olmuyor, bedenim artık benim değil, yüreğim kan içinde, soluğum buz kesiyor.
Sabahın 07’si, kentin üstünde toz bulutlarının arasından yükselen siren sesleri çoğalıyor.
İşçi kardeşim yanıma geliyor “ağabey gelir misin?” tırmanıyoruz enkazın üstüne, simsiyah bir torbanın içinde canparçama, kiraz çiçeğime dokunuyorum.
Nefes almıyor, nefes almıyor, nefes almıyor.
Bağırıyorum, kendi sesimi bile duyamıyorum, yığılıp kalıyorum.
Nefes almıyor.
Öldürüldük biz öldürüldük, katillerimizi tanıyoruz.
Kiraz çiçeğimin parmağından çıkan yüzüğü veriyor işçi kardeşim, takıyorum sol elimin serçeparmağına, gözyaşlarıma dokunan yok, olmasın da, öldük biz, öldürüldük.
Sonra… devleti ararken Reyhanlı girişinde bir masada buldum, 4 savcı ölüm kâğıdı veriyorlar, yalnızca ölüm kâğıdı!
Arkalarında tarlalarda kepçeler mezar açıyor, uçsuz-bucaksız ölüm tarlaları.
İsimsizler, kimsesizler.
İnsan olan o an kahrından ölür.
Öfkeyle bağırıyorum bu çürümüş düzene, bu vicdansızlığa bu adaletsizliğin öldürdüğü binlerce canın böyle acımasızca toprak olup yok edilişine, duyan yok.
1 yıl geçti.
Değişen ne var?
Yüzbinlerce can yalnız, çaresiz, aç açıkta, sağlıksız, gıdasız, ilaçsız.
Değişen ne var?
Değişen ne var ey insan?
Ölen öldüğü ile kaldı.
Sen birleşip birlikte ağlamayı bile beceremeyen bir damarın son nefesi olamazsın, sesini ne zaman erdemli insanlığın sesine katıp adaletsizliğe, haksızlığa isyan edeceksin?
Ne zaman yiten canlarımızın vicdanı olacaksın… ne zaman?
Biz binlercemiz öldük, öldürüldük, anlamıyor musun?